6 Nisan 2018 Cuma

Antik Mısır Matematiği ve Mısır Medeniyetinin Matematiğe Katkıları

“Sayı saymayı nasıl öğrendik? Sayılar nerden geldi? Neden bir diye adlandırdığımız rakam kare şeklinde gösterilmedi?” bunun gibi birçok soru gelebilir aklınıza… Bizler matematiği çok iyi yapabiliriz fakat geri plandaki temel tarihi es geçemeyiz. Sayıların dünyasına kendini kaptırmış birçok araştırmacı gün yüzüne çıkardığı esrarengiz belgelerle sayı şekillerinin temelinin nasıl oluşturulduğu sorusuna cevap vermemizi kolaylaştırdı. Özellikle Maya ve Babil uygarlıklarının sayıların gelişimi ile ilgili yaptığı çalışmalardan gün yüzüne çıkanlar bizlerin kafasında bazı şeylerin netleşmesini sağladı. Eski çağlarda insanlar sayma işlemini birebir eşleme yöntemi ile yapmaktaydı.
Özellikle arkeologların mağaralarda ve odun parçaları üzerinde buldukları çalışmalarda insanların herhangi bir şeyi saymak için her bir nesneyi karşılayacak bir çentik veya iz bırakırlardı. Özellikle eskiden insanlar hayvanlarını saymak için her bir hayvanı karşılayacak şekilde mağara duvarlarına kesikler atıp eksik olan hayvanlarını bu şekilde anlayabiliyorlardı. Çok çok eskiden ne kadar duvarlara ve odun parçalarına birebir eşleme yapılsa da Mısır medeniyeti matematiğin temellerini atmayı başarmıştır. Birebir eşlemeyi es geçip sayıların değerlerine karşılık bir nesne tanımlamışlardır. Hemen aşağıda da vereceğimiz üzere Mısır medeniyeti ile başlayan sayıya karşılık nesneler kuralı binlerce yıl süregelmiştir. Gördüğünüz gibi basamak ayrılırken üçlü bir sistem yerine ikili bir sistem tercih ediliyor. O dönem bu tarz bir sistemin kullanılması yılın kış ve yaz biçimde zamanın öğlen ve akşam biçiminde 2’ye ayrılması ile yakından ilişkili olduğunu görebiliriz. Hesaplama yaparken hata yapılmaması adına ikili bölüğü kullandıklarını söyleyebiliriz.
mısır matematiği
Özellikle Mısır matematiğine ilişkin bulgularımız “Papirüs” dediğimiz el yazmaları ile günümüze kadar ulaşmaktadır. En önemli ve en eski papirüsler üç döneme ayrılmaktadır. M.Ö. 1900 – 1800 yıllarına ait Kahun ve Berlin papirüsleri ile, M.Ö. 1700 ile 1600 yıllarına ait Hiksoslar Devrinden M.Ö. 1788-1580 kalma Rhind ve Moskova matematik papirüsleridir. İşte Mısır matematiğine dair tüm bildiklerimiz papirüsler, kil tabletler ve tahtanın üzerine yazılmış yazılardan ibarettir.
Mısır Medeniyetinin Matematiğe Katkıları
Mısır Medeniyetinde rakam ve sayılar bazı sembollerin yan yana gelmesiyle ortaya çıkıyordu. Hemen bir önceki sayfadaki Mısır sayı sistemine baktığınızda 1 için yukarıdan aşağıya çizilmiş bir çizgi, 10 için bir at nalı, 100 için çengele benzeyen bir nesneler kullanılmış, herhangi bir sayıyı yazmak için ise yine günümüzdeki gibi sağdan sola doğru bir biçim kullanılmıştır. Ama bu sayı sisteminde bir sorun vardı. 1 milyondan daha fazla olan sayılar ifade edilemiyor bu sayılar için “Şaşkın adam” sembolü kullanılıyordu. Yani 1 milyon ile 15 milyon sayılarını anlamak imkansız bir durum oluyordu. Mısır Medeniyetine ait bu sayı sistemindeki diğer bir karmaşa ise 123 sayısını yazdığınızda 231 ve 321 sayılarına da denk gelen aynı yazım biçimi olduğundan sayıyı yazan kimsenin hangi rakamı gösterdiği imkansız oluyordu. Çünkü yukarıdaki bu üç sayının Mısır sayı sistemine göre yazımı aynıydı. Tabloyu incelediğinizde 6 sayısını ifade etmek için 6 tane çubuk kullanmanız gerekiyor. 95 sayısını ifade edebilmeniz için toplam 18 999 sayısını ifade etmek için ise 27 ayrı şekil kullanılması gerekmektedir. Sizin de tahmin edeceğiniz üzere 13493 gibi bir sayıyı yazmak çok güç.
mısır sayı sistemi
Bu sayı sisteminde 10’luk sistem mevcuttu. Herhangi bir grupta bulunan 10 nesne başka bir sembolle gösterilmekteydi. Mesela 10 sayısına baktığınızda yüksük kemiği ile gösterilmesi gibiydi. Yani 9 tane dik çizgiden sonra ( ki bu 9 rakamını gösteriyordu ) attığınız bir çizgi 10’luk sisteme geçeceğinden dolayı farklı bir sembole tekabül edecektir. Bu ise sayı sistemindeki karışıklığı azaltmıştır.
Matematiğin yazılı döneminin ilk dönemi olan Mısır ve Mezopotamya dönemi birçok matematiksel bilginin tavan yaptığı dönem olduğu biliniyor. İşte günümüze gelen ve o çağlarda Mısırda yapılan matematik hakkında bilgi almamızı sağlayan iki adet papirüs ünlü İskoç Antikacı A. Rhind tarafından gün yüzüne ulaştırılmıştır. İşte bahsettiğimiz tüm bu sayı sistemlerinde bu papirüslerin detaylı okunması ile bilgi aldık. İlk papirüs olan Ahmes veya diğer adıyla bilinen Rhind papirüsü Mısır’ın en önemli matematikçisi olan Ahmes tarafından kaleme alınmıştır. Ahmes, Mısır hükümetinin görevlendirdiği bölgedeki arazileri ölçen bir geometriciydi. Geometri bilgisi iyi olduğu kadar matematiksel aritmetik yeteneği de üst düzeydeydi. Zaten kendi adıyla anılan papirüs kağıdında da pi sayısıyla ilgili yaptığı çalışmalar bu söyleneni desteklemekteydi. Yaklaşık 6 metre uzunluğunda ve 35 cm genişliğinde olan bu papirüsün yazılma amacı sadece insanlara matematik öğretmektir. Çok zor olmayan henüz ortaokul matematik bilgisine sahip bir insanın bile çözebileceği bu problemler matematik günlük hayatı kolaylaştırmak içindir ifadesi için yazılmıştır. İçinde faiz problemleri, temel kesir problemleri (mirasları paylaştırmak adına) ve geometrik şekillerin çevre ve alan kuralları basit düzeyde anlatılmıştır. Ahmes papirüsün hemen sağ alt tarafına da pi sayısının yaklaşık değerini hesaplama gayretine girmiştir. Rhind papirüsünü bulan Antikacı H. Rhind adıyla anılan bu papirüs İngiltere müzesinde sergilenmektedir. M.Ö. 1900’lü yılların matematiğini anlatan bu papirüs ile birlikte yeni bir papirüs olan Moscow papirüsünün bulunmasıyla insanoğlunun matematiğe olan bakış açısı değişti. Burada sorusu olan yok sanırım. Asıl ilginç olan şeylere henüz başlamış değiliz.
antik mısır sayı sistemi
Hani Moscow papirüsü dedik ya! İşte bu papirüs M.Ö 1600’lü yıllarda yazıldığı anlaşılan biraz daha zor bilgiler içeren ikinci en önemli matematik belgesidir. Bu papirüs belgesinde de toplam 25 soru bulunmaktadır. Bu sorular hemen hemen Ahmes papirüsündeki gibi zorluk düzeyine sahip olsa da 2 soru çok zor ve şaşırtıcıdır. Çünkü dönemin matematiksel bilgi düzeyi göz önüne alındığında bu soruyu sormanın imkansız olduğu görülmektedir. İlk soru bir düzlem ile kesilen piramidin hacminin nasıl bulunacağı üzerineydi. Piramit ile ilgili soruların sorulması o dönemlerde yapılan piramit şeklindeki anıt mezarların biçimsel detaylarını oluşturmak amacıyla sorulmuş olma ihtimali çok yüksek gözükmektedir. Diğer soru ise ilkinden biraz daha zor gibi gözükmektedir. Herhangi bir doğrunun bir küreyi kesmesi ile oluşan bölünmüş küre parçasının hacminin nasıl hesaplanacağı üzerineydi. Moscow papirüsünü incelediğimizde bu iki sorunun da çözümünün doğru bir biçimde çözüldüğünü görebiliriz.
Bu papirüsler matematikçiler tarafından detaylı bir şekilde incelendiğinde Mısır medeniyetinin matematiğinin zirvede olduğunu görmüşlerdir. Sürekli yuvarlak nesneler çizip bunların çevresi ve çapı arasındaki bağıntıyı takıntı haline getiren Mısırlılar pi sayısının varlığını ilk bulan medeniyet olarak tarihe geçmişlerdir. Mezopotamya’da yapılan matematik Mısır matematiğine göre daha anlaşılır ve daha çok yazılı kaynakla o dönemin şartlarını anlamaya yetmiştir. Mezopotamya’da kullanılan yazılı belgeler papirüs yerine “kil tablet” diye adlandırdığımız balçık ve çamurdan yapılmış yüksek sıcaklıkta pişirilen ve uzun süre korumaya bırakılan 30 cm genişliğinde yazılı belgeler mevcuttu. İstanbul başta olmak üzere Berlin, Moskova, İngiltere, Yale gibi birçok kentin müzesinde sergilenmektedir. Çıkarılan 2000’nin üzerindeki kil tabletlerden sadece 500 kadarında matematiksel bilgiye ulaştığımızı söylemekte fayda var. Bu bölgelerdeki matematik ( Mezopotamya matematiği ) Mısır matematiğinden daha ileri bir seviyede olduğu net gözlemlenmektedir. Söylemiştik ya Mısır matematiği ortaokul matematiği düzeyindedir diye Mezopotamya matematiği ise lise matematiği düzeyindedir. Onlar Mısır matematiğini çok iyi bildikleri gibi ek olarak bazı polinomların çözümlerini, köklerinin bulunmasını ve yeni bir sistemin nasıl yazılacağını biliyorlardı. Ek olarak “Pisagor! Teoremi” diye adlandırılan dik üçgenin kenarları arasındaki bağıntıyı veren formülü de çok iyi bir şekilde kullanabilmekteydiler. Zaten derin araştırmalar yaptığımız zaman Pisagor’un bir dolandırıcı olduğunu (bu noktada birçok matematikçi Pisagor’un kendinden yıllar önce bulunan birçok teoremi kendi adını kullanarak yayınlandıklarını söylemektedir.) görmekteyiz. Mısırlılar pi sayısının varlığını bulmalarına rağmen yukarıda da bahsettiğimiz üzere ellerine aldıkları tüm çemberlerin çevrelerinin çapları ile ilişkili olduklarını görmüşlerdir. Ama bu sayının kaç olduğunu bir türlü hesaplayamamışlardır.
Mezopotamya’da ise pi sayısı için karesi 10 olan sayı tanımı yapılmış ve daha sonra bir sayının karesinin nasıl alınacağı öğrenilince 3.15 gibi profesyonel bir sonuç bulmuşlardır. Mısır ve Mezopotamya matematiğinde formül, teorem ve ispat gibi pür matematik terimleri yoktu. Matematiği kullanmalarının sebebi ise hayatı kolaylaştırmaya yönelikti. Geometrik çizimler hariç (bunlara ispat diyen matematikçi kesimi de mevcuttur.) sayısal anlamda bir ispata gerek duymamışlardır. Günlük hayatın bir parçası, bir gereksinimi olarak doğan matematik miras, inşaat, dini ve milli günleri belirlemede, deniz yolculuklarında yön tayini, tarıma uygun bölgelerin şekillerinin çıkarılması gibi birçok ihtiyacın sonucunda doğmuştur. Zaten “Matematik nasıl ortaya çıkmıştır?” şeklinde bir soru sorarsak bunun cevaplarından ilki hemen yukarıda saydığımız nedenlerden dolayıdır. Bu dönemi bitiren Pers imparatorluğunun istilası ile bir matematik dönemi kapanmış matematiğe dair çalışmalar uzun süre sessizliğe gömülmüştür.

25 Mart 2018 Pazar

Hititlerin Hiyeroglifi

image

Büyük Ramses’in yaşlılığında varis seçtiği oğlu Kha erken ölünce, yerine 13. oğlu Banenre Merenptah (M.Ö. 1213-1203), 19. Sülale’nin 4. Firavunu olarak tahta çıkmıştı. Babasının Hititlerle yaptığı Kadeş Barışı’nı devam ettirmiş ve Hatti Ülkesi’nde kıtlık çıkınca yardım göndermişti.
İktidarının 5. yılında (Yıl 5, Şemu (yaz mevsimi)‘nun 3. ayı, gün 3) askeri bir sefere çıkan Merenptah, Berberi orjinli bir Libya kabilesi olan Libulara ve onların müttefiki Deniz Kavimlerine karşı zafer kazanmıştı. Bu zafer siyah granitten bir stele yazılacaktır. Stel ayrıca Kenan’daki halklara karşı kazanılan zaferlerden de söz etmektedir.
image
İngiliz Mısırbilimci Sir William Matthew Flinders Petrie, 1896’da Teb’de Merenptah’ın yaptırdığı Ölüler Tapınağı’nın birinci avlusunda bir stel bulur. Taş 3,18 m. yüksekliğinde ve 1,63 m. enindedir. Üzerindeki yazıt 28 satırdan oluşmaktadır. Tercüme için Alman filolog Wilhelm Spiegelberg’den yardım ister. Dikilitaş, Merneptah’ın Zafer Steli’dir.
image
Stelin son üç satırı Kenan Ülkesi’ndeki halklara karşı elde edilen zaferlerden bahsetmektedir. Bu steli ünlü yapan şey Antik Mısır’da, İsrail’den söz eden ilk kaynak olarak kabul edilmesidir. Spiegelberg, metinde geçen “I.si.ri.ar?”sözcüğünü aceleyle İsrail olarak tercüme eder. Bu durum bugün hala tartışma konusudur. Yazıt şöyle son bulmaktadır:
Prensler secde ederek “Barış!” diyorlar.
Kimse başını Dokuz Yay arasında yükseltmiyor.
Şimdi Tehenu (Libya) mahvoldu,
Hatti barışta;
Kenan tüm gamıyla yağmalandı:
Ashkelon fethedildi;
Gezer kuşatıldı;
Yano'am yok edildi.
İsrail çöp edildi  ve tohumsuzlaştı;
Hurru, Mısır yüzünden dul oldu.
image
Lakin bizim burada ilgilendiğimiz İsrail değil, Anadolu’nun bilinen en eski adı olan Hatti Ülkesi. Bu stelde Hatti sözcüğünün Mısır hiyeroglifleriyle yazılması çok net bir şekilde görülebilmektedir. Sargon’un kurduğu ve tarihin ilk imparatorluğu olan Akkad Devleti (M.Ö. 2270-2080)  kayıtlarında Anadolu’dan (URUHa-at-ti), “Hatti Ülkesi” diye söz edilir. Bu adlandırma neredeyse 1500 yıl boyunca geçerli kaldı. Bu Anadolu’nun bilinen en eski adıdır. Ve burada yaşayan insanlara da Hattiler deniyordu. Kendilerine Nesililer diyen Hititler de ülkeleri için bu adı kullandılar. 1915 yılında Bedrich Hrozny’nin Hitit Çivi Yazısı’nı çözmesinin ardından, okunan kil tabletlerde “ Hatti” sözcüğüne çok sık rastlanmasından dolayı, ilk zamanlarda, Nesililer de Hatti olarak adlandırılmıştı. Oysa bu halk bambaşka bir dil konuşuyordu.
image
Kavram karmaşası öyle bir boyuta gelmişti ki hatalı bir şekilde Hititler ile Hattilerin aynı kavim oldukları kabul edilerek Hattilere, Proto-Hititler ; hatta ve hatta Proto-Hattiler gibi mantık dışı adlar takıldı. Ancak araştırmalar ilerledikçe gerçek anlaşıldı ve iki halkın da farklı diller konuşan farklı uluslar olduğu tespit edildi.
Ancak “ Hitit” sözcüğü de uydurma bir addı.
Hititlerden (Geç Hititlerden) ilk bahseden kaynaklardan olan Tevrat’ta adı geçen ve Hetoğulları olarak Türkçeleştirebileceğimiz “Hittim” kavmi, İbranice’de sesli harfler olmadığı için “ht” olarak yazılıyordu. Martin Luther, Tevrat’ı Almanca’ya çevirirken bu harfleri “hethit” olarak telaffuz etmişti. Buradan yola çıkılarak Almanca Die Hethiter, İngilizce The Hittities, Fransızca Les Hittities ve İtalyanca Gli Ittiti  gibi terimler uyduruldu.
Üstelik bu Tevrat bağlantısından dolayı, Hattuşa kazılarına başlanıp  dilleri çözülene kadar, Hititlerin Kuzey Suriye’de yaşamış semitik bir kavim olduğu sanıldı.
image
Merenptah Steli’nin 26. Satırında geçen “Hatti barışta” ifadesi Kadeş Anlaşması hükümlerinin devam ettiğinin bir göstergesiydi. Burada “Hatti” sözcüğünün hiyeroglif olarak dile getirilişi şu şekildedir.
image
“Hatti Ülkesi” hiyeroglif dizisine eklenen “Adam” sembolü ise Hatti Ülkesi’nin Adamları’nı yani Hititleri belirtmektedir.
Kaynak: http://arkeokur.tumblr.com/

İstanbul'un Kaçırılan Atları

image


M.Ö. 4. yüzyılda yaşayan Yunanlı heykeltıraş Lisippos’un eseri olduklarına inanılan ve bugün Venedik’teki meşhur San Marco Kilisesi’nde sergilenen bronzdan yapılmış ‘Quadriga atları’ denen dört adet at heykeli, bir zamanlar İstanbul’da durur, Bizans’ın şimdi Sultanahmed Meydanı olan Hipodrom’unu süslerdi.
DÖRT ATLI ARABAEski Roma’da dört atın çektiği arabalara ‘Quadriga’ denirdi ve dünya sanatının en güzel Quadriga atı örnekleri Bizans’ın, daha doğrusu Doğu Roma’nın başkenti İstanbul’un hipodromunda, yani bugünün Sultanahmed Meydanı’ndaydı. M.Ö. 4. yüzyılda yaşayan Yunanlı heykeltıraş Lisippos’un eseri olduklarına inanılan, bronzdan yapılmış olan ve her biri bir mermer sütun üzerinde yükselen dört at heykeli, meydanın güzelliğine güzellik katardı.

Heykeller, Dördüncü Haçlı Seferi’ne kadar, asırlarca Hipodrom’da kaldılar. Avrupa’dan kutsal topraklara, yani Filistin taraflarına gitme bahanesiyle kopan ama yollarda aç kalan Haçlı ordusu, o zamanın Konstantinopolis’ini 1204 Nisan’ında yağma etmekten çekinmedi. Ateşe verilmiş elyazması kitapların dumanları gökyüzünü sararken, kiliselerde altından yapılmış tek bir haç bile kalmamacasına, herşey talan edildi. Şehir yeni kurulan ‘Latin İmparatorluğu’nun başkenti oldu ve İstanbul’un üzerine çöken bu kábus tam 57 sene devam etti. Bizans İmparatoru Sekizinci Mihail Paleolog, şehri 1261’de geri aldığı zaman baştan aşağı yağmalanmış bir Konstantinopolis ile karşılaştı. Haçlılar varsa toparlayıp götürmüşlerdi. Hipodrom’daki heykeller, Hristiyan azizlerinin kemikleri ve Hazreti İsa’ya ait olduğuna inanılan ve bugün Torino’da olan kefen de gidenler arasındaydı.

Ama, Quadriga atlarının macerası bu yağma ile noktalanmadı; atlar için herşey daha yeni başlıyordu ve asırlar boyunca bir memleketten ötekine taşınıp duracaklardı.

Önce, Venedik’teki bir askeri deponun önüne yerleştirildiler; daha sonra Aziz Marko Kilisesi’nin girişinin üzerine kondular ve neredeyse altı asır boyunca burada kaldılar. Derken, 1797’de Venedik’i Avusturya’ya veren Napolyon Bonapart şehirden bir hatıra almak istedi ve atları seçti. Dördünü birden Paris’e götürdü, önce Tuilleries Sarayı’nın girişine koydurdu, sonra da inşa ettirdiği meşhur ‘Zafer Takı’nın üzerine çıkarttı.

Atlar, Napolyon’dan sonra, 1815’te Venedik’e iade edildiler ve eski yerlerine, kilisenin üzerine yerleştirildiler. Aradan gene seneler geçti, Birinci Dünya Savaşı patladı ve güvenlik altında tutulmaları için Roma’ya taşındılar. Savaştan sonra geri gittilerse de kilisenin tepesindeki ikametleri gene kısa sürdü, İkinci Dünya Savaşı patladı, atlara bu defa Padua yolu göründü ve eski yerlerine, yani Aziz Marko Kilisesi’ne 1945’te dönebildiler.

İmparator Konstantin’in atları yerlerinde durmamaya, dolaşmaya alışmışlardı bir kere… 1990’da tekrar söküldüler ve bu defa kilisenin içine taşındılar. Gerekçe, hava kirliliği yüzünden artık çürümeye başlamış olmalarıydı. Sıkı bir bakımdan geçirilen Quadriga atları bugün Aziz Marko Kilisesi’ndeki salonlardan birinde teşhir ediliyorlar, aynı kilisenin tepesinde ise sahteleri duruyor.
KAynak

21 Mart 2018 Çarşamba

Osmanlı’da esnaflık şartları

Osmanlı’da esnaf olmak öyle kolay değildi. İşini yarım yamalak yapanlar esnaf loncalarına kayıt yaptıramaz, dolayısıyla hiçbir yerde dükkân açamazdı. Öncelikle işin ehli olmak lâzımdı. Ayrıca da esnafta dürüstlük, güvenilirlik, dinine bağlılık, mertlik ve saygı aranırdı.
Her esnaf bulunduğu mahalleyi kendi mahallesi gibi benimser, mahalledeki her evi kendi evi gibi, her mahalleliyi anası, babası, kardeşi gibi görürdü.
Esnaflık, el sanatlarından sokak satıcılığına, hakkaklıktan ayakkabıcılığa, terzilikten berberliğe, şekercilikten ciğerciliğe, zahirecilikten bakkallığa, şerbetçilikten turşuculuğa, hatta hamallığa uzanan bir zincirdi.
Birbirinden çok farklı alanlarda faaliyet gösteren esnafın ortak noktası, “lonca”lar ve “gedik”lerdi. Ticaret ve sanat yapma yetkisine “gedik”, örgütlerine “lonca” denirdi. 
“Gedik” sahibi olmak için çıraklık ve kalfalık evrelerinden geçip ustalık belgesini almış olmak gerekirdi. 
Loncalar ise şimdiki “oda”ların (Esnaf Odaları, v.s) işlevini gören sivil örgütlenmelerdi. Merkezi otoriteye karşı esnafların hakkını-hukukunu korur, onları örgütler, denetler, usulüne uygun faaliyet göstermelerini sağlardı.
Lonca teşkilatının başında esnaflar tarafından seçilen Esnaf Şeyhi” ya da Esnaf Kethüdası” bulunurdu. Lonca’nın başında bulunan Esnaf Şeyhi veya Esnaf Kethüdası, esnaf tarafından seçilir ve kadı tarafından sicile kaydedilirdi. Kadı Efendi, anlaşmazlıkları şer-i hususlara göre çözer, taraflar buna razı olurdu. Bu yüzden esnaf arasında kardeşlik hüküm sürerdi.
Loncaların en önemli görevi üyelerinin ticari faaliyetlerini denetlemek ve düzenlemekti. Üretim süreci, üretim kalitesi, ürün fiyatı ve müşteri ile ilişkiler dikkatle takip edilir, hata eden esnafa göz açtırılmazdı.
Uygulanan cezalar ise “öğüt”le başlar, “para cezası”na, hatta dükkân kapatmaya kadar giderdi.
Fazla uygulanmamakla birlikte, Lonca’nın “dayak cezası” verme hakkı bile vardı. Bundan ötesi zaten mahkemeye intikal ederdi.
Kökeni dini inançlara, tarikatlara dayanan bu sistemin, kendine mahsus merasimleri vardı. Çırak veya kalfa çıkarmak, bu tür törenlerin en dikkat çekici olanlarıydı. 
Dini inançlar bu törenlerde alabildiğine öne çıkarılır, Allah’a şükür, Resulüllaha salâvat, mesleğe sadakat vurgusu yapılırdı. Ayrıca dükkânlar açılmadan önce mutlaka “bereket duası” yapılırdı. Eski adı “Valide Çarşısı” (Sultan Dördüncü Mehmed’in annesi Turhan Valide Sultan tarafından, bânisi olduğu Yenicami’ye gelir sağlaması amacıyla 1660 yılında yaptırılmıştır) olan bugünkü Mısır Çarşısı’nda bir “Dua Meydanı” ve “Dua Balkonu” var.
Bu meydan, “L” şeklinde bir mimari üslupla yapılan çarşının uzun ve kısa kollarının birleştiği meydandır. Her sabah esnaf “Dua Meydanı”nda toplanır, Esnaf Şeyhi “Dua Balkonu”na çıkıp “sağlık, sıhhat, afiyet ve bereket duası”yapardı.
Esnaf bir ağızdan duaya “âmin” dedikten sonra, besmele ile dükkânlar açılır, “siftah müşterisi” denilen ilk müşterinin gelmesi için beklenmeye başlanırdı.
Maalesef, 1940’lı yıllarda yapılan tadilat sırasında uzun süre çarşının kapatılması, o tarihte dini ritüellere duyulan alerjinin de etkisiyle bu güzel geleneğin terk edilmesine sebep oldu: Dua Meydanı da, Dua Balkonu da öksüz kaldı.
Başka bir naktı daha: Çarşının altı kapısından biri olan Haseki Kapısı’nın üzerinde, esnafın kendi aralarında yahut müşteri ile esnaf arasında zaman zaman meydana gelen sürtüşmelere bakan bir “Esnaf Mahkemesi” vardı. Ufak-tefek nizalar kadıya intikal ettirilmez, bu mahkemede çözülürdü. 
Yavuz Bahadıroğlu 21.03.2018




21 Şubat 2018 Çarşamba

Dikilitaş’ta bir yolsuzluk hikayesi

Sultanahmet Meydanı’nda dikili olan Obelisk veya bizim bildiğimiz ismi ile Dikilitaş ayrıntılı incelendiğinde yüzyıllar öncesinden size bazı şeyler fısıldar. Hatta bir yolsuzluk hikayesi bile anlatır.
dikilitaş_kitabesi
Daha önce dikkatinizi çekti mi? Dikilitaş’ın kitabe kısmında kazınmış ama sonra tekrar yazılmış bir kısım var.
Önce kitabede neler yazıyor onu bir aktarmaya çalışalım
DIFFICILIS QVONDAM DOMINIS PARERE SERENIS
IVSSVS ET EXTINCTIS PALMAM PORTARE TYRANNIS
OMNIA THEODOSIO CEDVNT SVBOLIQVE PERENNI
TER DENIS SIC VICTVS EGO DOMITVSQVE DIEBVS
IVDICE SVB PROCLO SVPERAS ELATVS AD AVRAS
Tercümesi ise şu şekilde;
Önceleri direnmiştim; fa­kat  yüce efendimizin emirlerine itaat ederek, yenilen tiranlar üzerinde zafer çelengini taşı­mam bana emredildi. Her şey Theodosius ve onun kesintisiz sülalesine boyun eğiyor. Bana da böylece galip gelindi ve Proclus’un yönetimi altında üç defa on günde yükselmeğe mecbur edildim.
Dikilitaş’ın kitabesi taşın ağzından cümlelermiş gibi hazırlanmış.  Kitabede İmparator Theodosius’un bu taşı Proclus’un yardımı ile diktiğini anlatıyor. Theodosius’un, 379’dan 395’e kadar Roma İmparatorluğu yaptığını ve Doğu ve Batı Roma’nın ikisini birden yönetmiş son imparator olduğunu biliyoruz.

Peki bu Proclus kim? Tahminen dönemin belediye başkanı veya benzer bir görevdeki kişi idi.  Şimdi gelelim başta anlattığımız yolsuzluk meselesine. O dönem birinin yolsuzluğa karışması veya suç işlemesi durumunda aldığı ceza ile yetinilmiyor yaptığı eserler üzerinden ismi kazınıyordu. Tıpkı dikilitaş kitabesinde olduğu gibi. Fakat Proclus aklanmış olacak ki kitabeye ismi tekrar yazılmış…
Kitabe çevirisi için http://arkeokur.tumblr.com ‘ teşekkür ederiz.

Kaynak: http://www.hayalleme.com/dikilitasta-bir-yolsuzluk-hikayesi/

Dikilitaş’ın üzerinde ne yazıyor?

Günümüzde Sultanahmet Meydanı olarak bildiğimiz Hipodrom, Bizans Dönemi’nde araba yarışları, müzisyen toplulukları, dansözler, akrobatlar, vahşi hayvanlarla kavga gösterileri, toplantıların yapıldığı bir alandı. Alanın tam ortasında ise dikilitaşlar ve heykeller bulunuyordu. O dönemden “Dikilitaş”, “Yılanlı Sütun” ve “Örme Sütun” günümüze ulaşabildi.
Bizans Dönemi Hipodrom

Dikilitaşlara farklı anlamalar yükleyenler olmuş taşların birer kozmik anten olduğunu söyleyenler çıkmıştır elbet. Biz bu kısmı ile ilgilenmeyip 3.500 yaşındaki bir taşın tarihine ve üzerinde yazanlara bakacağız.

Thutmosis Obeliski veya bizi bildiğimiz ismi ile Dikilitaş…
Sultanahmet Meydanı’nın Ayasofya’ya yakın tarafında sıralarsak önce Thutmosis Obeliski (Dikilitaş) sonra Yılanlı Sütun ve daha sonra ise Örme Dikilitaş yer alır. Mutlaka Hipodrom’dan geriye kalan tüm anıtlar ilginçtir fakat üzerinde yazılar bulunan Thutmosis Obeliski çok daha gizemli görünüyor. Tabi 18. yüzyıla kadar okunamamış Mısır hiyeroglif yazısı Thutmosis Obeliski’ni biraz daha ilginç kılıyor.
Aslı 30 metre olduğu düşünülen Thutmosis Obeliski taşıma esnasında veya daha sonraki bir değişiklikle boyu kısalmış kaidesi hariç yaklaşık 18,5 metrelik kısmı kalmış. Bu hali ile dahi 200 ton ağırlığında olduğu tahmin ediliyor.

Thutmosis Obeliski’nin tarihi…
Dikilitaş ilk olarak Mısır firavunu 3. Tutmosis tarafından MÖ 1550’li yıllarda yaptırılmış ve Karnak tapınağına dikilmiş. Roma imparatoru 2. Constantius MS 357 yılında dikilitaşı tahtta bulunuşunun 20. yılı onuruna Nil ırmağı üzerinden İskenderiye şehrine getirtti. Dikilişi o kadar uzun süre almış ve güçlükle gerçekleşmiştir ki MS390 yılında bunu başaran Theodosius Dikilitaş’ın üzerinde durduğu kare bloğa bu devasa anıtın dikilişini betimletmiş ve kaidesine de bunca yıl direnmesine rağmen imparator Theodosius’a boyun eğmek zorunda kaldığını ve 32 günde nasıl dikildiğini sütunun ağzından aktaran Latince ve Grekçe kitabe yazdırmış.

Grekçe kitabede “Devamlı bir suretle yerde duran bu taşı dikme cesaretini İmparator Theodosius gösterdi ve yardımına Proclus çağrıldı. Bu şekilde otuz iki günde yerine dikildi” cümleleri yer alıyor.
Latince kitabede ise “Önceleri direnmiştim; fakat yüce efendimizin emirlerine itaat ederek, yenilen tiranlar üzerinde zafer çelengini taşımam gerekti. Her şey Theodosius ve onun kesintisiz sülalesine boyun eğiyor. Bana da galip geldiler ve reis Proclus’un idaresi altında otuz günde yükselmeye mecbur oldum” cümleleri yer alıyor.

Taşın üzerinde ne yazıyor?
Kuzeybatı cephesi
18. sülaleden Yukari ve Asagi Mısır’ın sahibi 3. Tutmosis, Tanrı Amon’a kurbanını sunduktan sonra Horus’un yardımıyla bütün denizleri ve nehirleri hükmü altına alarak hükümdarlığının otuzuncu yılı bayramında bu sütunu daha nice zamanların getireceği bayramlar için yaptırdı ve dikti.
Kuzey cephesi
Gizli ve kutsal ismin her tecellisine mazhar olan tanrı Amon’a kurbanını büyük bir acz içinde sunduktan sonra, ondan yardımlar dilenerek güneyin dostu, dinin nuru iki tacın (Aşağı ve Yukarı Mısır) sahibi, kudretli hükümdar ülkesinin sınırlarını Mezopotamya’ya kadar götürmeye azmetti.
Güneydoğu cephesi
Güneşin doğduğu sırada sahip olduğu altın renkleri dünyaya yayan Horus’un verdiği kuvveti, serveti, kuvvetli sevgi, saygıyı taşıyan ve Aşağı ve Yukarı Mısır’ın tacına sahip olan ve bizzat Güneş tarafından seçilmiş olan firavun, bu eseri babası Ra için yaptırdı.
Güney Cephesi
Tanrı Horus’un lütfuna mazhar olan ve Güneş’in oğlu unvanını taşıyan Aşağı ve Yukarı Mısır’ın hükümdarı olan firavun, kudret ve adaletle bütün ufuklara nur saçtı. Ordusunun önüne geçti. Akdeniz’de dolaştı, bütün dünyayı mağlup etti. Sınırlarını Naharin’e kadar yaydı. Mezopotamya’ya azimle gitti, büyük savaşlar yaptı