28 Ocak 2011 Cuma

Rasputin’in ve Rusya’nın ölümü

Rasputin öldürüldükten altı yıl sonra Sovyetler Birliği ilan edildi. “O ölmeseydi imparatorluk çökmezdi” lafını çok kez duydum.

30 Aralık 1916’da Çar ailesinin yani Romanovlar’ın damadı Prens Feliks Yusupov sarayın gözdesi keşiş Rasputin’i öldürdü. Sibiryalı keşiş St. Petersburg’un büyüye, spiritizmaya düşkün yüksek çevrelerinde çoktan “kutsal adam” diye niteleniyordu. Taraftarları vardı, adeta kendilerini ona adamışlardı. Rasputin’in olağanüstü gücüne Çariçe Aleksandra’nın kendisi de inanıyordu ve son çarı ikna etmişti.

Petersburg’un yüksek çevrelerinde Rasputin bir azize yaraşmayacak, keyifli bir hayat sürüyordu. Devamlı kadınların ortasındaydı, içiyordu. Sarayla ve hükümetle iyi geçinmek isteyenler, daha doğrusu hükümette ve iktidarda kalabilmek niyetinde olanlar onunla çatışmaya giremiyorlardı. “Dokunulmaz nedir?” diye sorsanız cevabı “Rasputin”di.

Rasputin cahildi ama Rusya’daki çok insandan daha kuvvetli sezgileri vardı. Savaşı istemeyen nadir takımdandı. Nitekim silahsız ve donanımsız ordular harbe gitti, çok kısa zamanda da felaketin ne kadar yakın olduğu anlaşıldı. Tannenberg bataklıklarında Hindenburg’un komutasındaki Almanlar kolay bir zafer kazandılar, kesin zafer değildi. İki yıl sonra 1916 kışında Rusya açlık yokluk içinde hâlâ düşmanla savaşıyordu.

Hemofili hastalığı getirdi
Bazıları yenilginin de suçlusu olarak bu çılgın ve murteşi papazı gördüler. Feliks Yusupov ve arkadaşları için de acilen yok edilmesi gereken düşmandı. 30 Aralık gecesi onu Yusupov’un sarayına davet ettiler, baş düşmanı Rasputin’in samimi dostu görünümündeydi. Önce zehirlemeyi denediler. Çılgın Roma İmparatoru Neron da anası Agripinna’yı zehirlemeyi denemişti. Ama Agrippina da Rasputin de zehire çok dayanıklı çıktılar. Bunun üzerine keşişi düpedüz tabancayla ortadan kaldırmayı denediler; kurşuna da dayanıklıydı, dayakla halledildiği sanılarak bir çuvala tıkıldı ve Neva nehrine atıldı, günler sonra cesedi bulunduğunda boğularak öldüğü anlaşıldı.

Çariçe babasının mensup olduğu Hesse-Darmstadt hanedanı üzerinden hemofili hastalığı getirmişti. Romanovlar hanedanı bu hastalığı önlemek için Çar Nikola ile evliliğine niye mani olamadılar, bu hâlâ tartışılıyor. Evliliğin sağlık bakımından bazı sorunlar yaratacağı galiba hissediliyormuş ama III. Aleksandr veliahtı bu evlilikten niçin men etmedi bilinemez. Her halukarda birbirini delice seven ve dört kızlarıyla birlikte çok mutlu bir aile olan son çarın ve çariçenin birliği, veliahtın hastalığı ile tatsız bir döneme girdi. Şehirdeki kışlık saraydan (bugünkü Ermitaj Müzesi) civardaki Peterhof’a kaçarcasına çekildiler.

Hiç kimse çarı sevmiyordu
1905 ihtilalinden beri çalkantı içindeki Rusya, çarı sevmiyordu. Bolşevik ve Menşeviklerin sevmeyeceği açık, liberaller ise onu sadece yetersiz değil, geri ve ahmak buluyorlardı. Çar ve çariçeyi hâlâ baba ve anne diye bilen milyonlarca köylünün dışında sefil işçi takımı da ondan soğumuştu.

Bizzat İsmailiye cemaatinin reisi Ağa Han bile Rus işçi sınıfının hayat şartlarını Hindistan’daki sefil işçilerden daha kötü buluyordu. Gerekçesi çok açıktır; “Berikiler hiç değilse havasız fabrika ve yatakhanelerinden dışarı çıkıp temiz hava alabiliyorlar, keskin soğukta bu da pek mümkün değil” diyordu. İşin garibi Slavyanofiller ve hatta muhafazakar güçler bile çarlarını ve Alman asıllı çariçeyi yetersiz görmeye başladılar.

Başta Yahudiler olmak üzere mahkum milletler de monarşiyi sevmiyordu. Çara en bağlı olan unsurun belki de Rusya’nın Müslüman halklar olduğunu söylersek durumun vahameti anlaşılabilir. Savaşın sıkıntıları içinde etrafta zavallı çariçenin Rasputin’in metresi olduğu bile tertiplenmiş dedikodu halinde dolaşıyordu. Oysa çariçenin oğlunun hastalığından dolayı bedbaht ve olağanüstü kuvvetlerden medet uman bir çaresiz olmaktan başka kusuru yoktu.

Öldürüleceği günü ve katilleri biliyor muydu?
Çar ise askercilik oynuyordu, payitahta oturup cephe gerisini düzene koyacağı yerde, cephede anlamadığı başkumandanlık rolündeydi. Harp eden devletlerin hiçbirisi, bu savaşa girerlerken cephe gerisindeki halkın düşeceği durumu göz önüne getirememişti.

Feliks Yusupov, Rusya’nın en ilginç kişiliklerinden biriydi. 1552’de Kazan Hanlığı IV. Ivan (Korkunç Ivan) tarafından alınınca din değiştirerek Rus soyluları arasına katılan Altın Ordu-Tatar soylularından bir aileden geliyordu. Diğer soylu üyelerin aksine sınırsız topraklarının geliriyle yetinmeyip sanayiye de el atan tek Rus prensiydi. Bu konuda Kazan Tatar soylularının kabiliyetini miras edinmiş gibiydiler.

Yusupovlar çok zengindi. St. Petersburg’un en ilginç saraylarından biri onlarındı. Üstelik Feliks, Çar Nikola’nın yeğeni ile evlenince aile Romanovlarla akraba oldu. Rusya haddi olmayan bir açgözlülükle hazırlıksız girdiği harbin bedelini iki ihtilalle ödedi. Her şey altüst oldu.

Rasputin efsanesi ise halen yaşıyor. Geçtiğimiz iki yılda onun hakkında batıda ve Rusya’da yapılan neşriyat küçümsenmeyecek miktarda, hatta birkaçı bayağı ciddi belgesel araştırmalara dayanıyor. Keşişin öleceği günü ve katillerini önceden bildiği hep söyleniyordu. Bu mealde yazdığı mektuplar da neşriyatın içinde yer alıyor. St. Petersburg yüksek cemiyeti ve politikacılar ile olan ilişkileri ise devamlı abartılı yorumlara konu oluyor. Ona kalsa Rusya barış içinde yaşayacak ve ondan yararlanabilecekti.

Keşiş öldürülmese ihtilal dahi önlenebilecekti” sözünü hayatım boyu bazı ihtiyar mültecilerden duydum. “Öyle olsaydı, böyle bitseydi” ile tarih yapılmayacağı açık ama Rasputin Rusya tarihinin halen en ilginç portrelerinden biri olarak yerini muhafaza ediyor. Onun ölümünden tam altı yıl sonra, 31 Aralık 1922’de, iç harbi kazanan Bolşeviklerce Sovyetler Birliği resmen ilan edildi.

Bir yılı daha geride bıraktık. Hepimize dertsiz, az tasalı, sağlıklı bir 2011 yılı diliyorum.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 02.01.2011)