9 Mayıs 2010 Pazar

Ermeni meselesi gerçeğiyle yüzleşmeye evet ama hangi gerçekle?


27 Nisan 2010 tarihli Zaman gazetesinin yorum sayfasında Dr. Ümit Kardaş'ın "İttihatçıların eylemlerini savunmak zorunda mıyız?" başlığı altında Ermeni meselesini konu edinen bir makalesi yayımlandı.

Makalesinin özellikle de son kısmında iki defa geçen, önemine binaen böylesi bir tekrar tercih edilmiş olmalı, sanki Kitab-ı Mukaddes'te geçen "Hakikat sizi özgür kılacak" (Yuhanna 8-32) ayetinden mülhem "Hakikatle yüzleşmek özgürleşmek demektir" ifadesi, yazarın bu makaleyi neden kaleme aldığının bir ipucunu vermektedir. Nitekim Kardaş, kendi kurgusu doğrultusunda âdeta cımbızla çekip çıkardığı bazı olayları üç dönem hâlinde özetleyerek, bu hadiseler sırasında yaşanan "hakikatleri" Türkiye'nin kabul etmesi ve bunlarla "yüzleşmesi" gerektiğinin altını çizmektedir. Sonuç kısmında ise, oldukça ilginç şu teklifini gündeme getirmektedir:

"Türkiye, yaşatılan mezalim ve katliamları kabul ettiğini ve bundan dolayı toplum ve devlet olarak en yüksek insani değerler olan hakikat, adalet ve insaniyeti savunduğunu, geçmişte bunu yapanların zihniyet ve eylemlerini mahkum ettiğini bütün dünyaya duyurmalıdır."

Ümit Kardaş'ın kaleminden Ermeni meselesi

Ermeni meselesini 1843-1909, 1908-1914 ve 1915-1916 şeklinde üç dönemde ele alan Ümit Kardaş, makalesini, takriben 72 yıl gibi uzun bir zaman dilimi boyunca Osmanlı Devleti'nin kendi vatandaşı olan Ermenileri sistematik bir şekilde katlettiği tespiti üzerine kurgulamıştır. Dönemin devlet adamlarından özellikle de Sultan II. Abdülhamid'in (1876-1909) ve Dâhiliye Nâzırı Talat Paşa'nın isimlerini zikretmek suretiyle, bunların takip ettikleri siyasetin Ermenilerin katledilmesinde belirleyici olduğunu anlatmak istemektedir. Ayrıca Kürt aşiretlerinden oluşan Hamidiye Alayları'nın kurulmasını ve bu olaylardaki rollerini gündeme getirerek yaşananların bir devlet siyaseti olarak gerçekleştiğini imâ etmektedir. Yazar, Ermenilerin Osmanlı Devleti tarafından zulme ve katliama tabi tutulduklarına dair bilgilerin kaynağını ise Avrupalı ve Amerikalı gazeteler, yabancı diplomatlar, misyonerler, Avrupalı devlet arşivleri ile Osmanlı Divan-ı Harbi tutanaklarına dayandığını söylemektedir. Bütün bunları zikrettikten sonra, bu süreçte yaşanan "mezalim", "katliamlar" ve "insanlık trajedisi"nin Türkiye tarafından kabul edilmesini bir çözüm olarak gündeme getirmektedir. Ümit Kardaş, bu değerlendirmelerinin ardından şu ilginç sosyo-psikolojik tespitiyle makalesini tamamlamaktadır: "Türkiye, Ermenilerin acılarını azaltırken kendi korku, kompleks ve kaygılarından da kurtularak özgürleşecektir."

Kardaş'ın Ermeni meselesi hakkında çizmiş olduğu bu çerçeve ve yorumlar tarihî hakikatlerle ne kadar örtüşmektedir? Geçmişte yaşanan bu hadiselerden dolayı Türkiye hakkında yaptığı sosyo-psikolojik tespitleri ne kadar gerçekçidir? 1843-1916 yılları arasında cereyan eden olayları bu şekilde okumak, takdim etmek ve daha da önemlisi aradan geçen bunca zamandan sonra bunları "kabul" etmek ne kadar makuldür? Bu hadiselerde yaşananların kabul edilmesini, bir katilin işlediği cinayeti ve dolayısıyla günahını itiraf etmesi suretiyle "günah çıkarmakla" vicdanını temizlemesi mesâbesine indirgemek aynı şekilde ne kadar doğrudur?

Bu makalemizde, başta Ümit Kardaş'ın ilgili bazı tespitleri olmak üzere, yukarıda tevdi ettiğimiz soruları mümkün olduğunca cevaplandırmaya gayret edeceğiz. Fakat konu ele alınırken daha ziyade uzmanlık alanımız olan II. Abdülhamid'in (1878-1909) dönemiyle sınırlı kalmaya çalıştık. Kardaş'ın Lemkin ve soykırım tespitleri ile 1915-1916 Tehcirleri başlıklarını konunun uzmanı diğer meslektaşlara bırakıyoruz.

Sultan II. Abdülhamid ve Ermeni olayları

Ümit Kardaş'ın makalesinde, Ermeni meselesiyle alakalı olarak Sultan II. Abdülhamid'in saltanat yıllarında cereyan eden şu gelişmeler geçmektedir: 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi, 1892 yılında Hamidiye Alaylarının Ermenilere karşı kurulması, 1894 Sason ve 1908 Adana olayları. Yazarın zikrettiği bu ve benzeri olayların, dolayısıyla Ermeni meselesinin şekillenmesinde 1877-1878 Rus Harbi önemli bir rol oynamıştır. Rusların, bu savaşta elde ettiği başarılarla Doğu Anadolu'ya girmesiyle birlikte Osmanlı Ermenileri ile doğrudan temasa geçmeleri, ayrılıkçı Ermenileri bir hayli heveslendirmiş ve cesaretlendirmişti. Özellikle de harbin sonunda imzalanan 1878 Ayastefanos Antlaşması'nın ve 1878 Berlin Kongresi'nin bazı maddeleri mucibinde Osmanlı Ermenileri, âdeta Avrupa devletlerinin ve kamuoyunun diplomatik ve resmî koruması altına girmişlerdi. Alman İmparatorluğu hariç, başta İngiltere ve Rusya olmak üzere diğer Avrupalı Büyük Devletler diplomasileriyle; Avrupa matbuatı yayınlarıyla ve kamuoyu ise maddî ve manevî destekleriyle sürekli olarak Ermenilerin yanında yer almışlardı. Böylesi bir ortamda Anadolu'da patlak veren her olayın ardından, ki bunların ekserisi komitacıların çıkardıkları, Ermenileri isyana teşvik etmeye ve Avrupa devletleri ile kamuoyunun dikkatlerini bu bölgeye çekmeye matuf terör olaylarıdır, doğrudan Ermenilerin katledildiği şeklindeki haberler ve yorumlar Avrupa matbuatında yer almaktaydı. İlgili yayın organlarına bakılırsa, sadece ve sadece katledilen Ermenilerin sayısı on binleri, hatta yüz binleri geçmiş olarak verildiği halde, Ermenilerin katlettikleri Müslüman ahaliden hemen hemen hiç bahsedilmediği görülecektir. Bölgede bulunan konsolosların kaleme aldıkları raporlarında da benzer bir yaklaşım söz konusudur.

Bu şekilde Sultan II. Abdülhamid'n döneminde, Ermeni komitaları tarafından irili ufaklı takriben 40'tan fazla anarşist eylem, isyan denemesi ve isyan gerçekleştirilmiştir. Bunlardan birkaç tanesini örnek olarak vermenin yeterli olacağını düşünüyoruz: 1890 Erzurum, 1892-93 Merzifon, Kayseri ve Yozgat, 1894 Sasun, 1895 Bâb-ı Âlî baskını, 1895 Zeytun, 1895 Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum, Muş ve Bitlis, 1896 Van, 1896 Osmanlı Bankası işgali ve İstanbul saldırıları, 1905 Sultan Abdülhamid'e suikast ve 1908 Adana isyanları. Yukarıdaki satırlarda ifade ettiğimiz gibi sayıları 40'ın üzerinde olan bu hadiselerden özellikle de Osmanlı başşehri ve aynı zamanda dünyanın önemli merkezlerinden olan İstanbul'da cereyan eden 1895 Bâb-ı Âlî ve 1896 Osmanlı Bankası baskınları dikkat çekici tarihî vakıalardır.

Ermeni komitacılar ve göstericilerin Osmanlı sadrazamının kapısına kadar dayanmaları, takriben bir yıl sonra bu kez Osmanlı Bankası'nı işgal etmeleri, yine aynı gün başta Kumkapı olmak üzere bugünkü İstiklâl Caddesi üzerinde terör eylemleri yapmaları oldukça önemlidir. Aynı anda yapılan bu silahlı ve bombalı saldırılarla İstanbul'da hayat âdeta felç olmuştu. Sayıları 50-100 arasında olduğu tahmin edilen teröristler ve bunlara destek veren Ermeniler, aynı anda planlı bir şekilde İstanbul'un çok hareketli ve önemli yerlerinde silahlı ve bombalı nokta saldırılar yapmışlar; binaları işgal etmişler, sokaklara barikatlar kurmuşlar ve emniyet kuvvetleriyle çatışmaya girişmişlerdi. Osmanlı hükümeti ise, bunlara karşı etkili bir şey yapmadığı gibi, İstanbul'daki Avrupalı diplomatlarının devreye girmesiyle teslim olan bu teröristler, ellerini kollarını sallayarak Şişhane'den Tophane'ye inerek bir yatla İstanbul'u terk etmişler ve vardıkları Avrupa limanlarında kahramanlar gibi alkışlanmışlar; gazetelere röportajlar vermişlerdi.

Bunlar dışında Ümit Kardaş'ın makalesinde gündeme getirdiği 1894 Sasun ve 1909 Adana olayları da önemli ve ilginç gelişmelerdir. Hadiselerin başlaması ve ilgili gelişmelerin bir isyan olduğu, ardından Müslüman ahalinin bunlara karşı kayıtsız kalmamasıyla, karşılıklı bir çatışma halini aldığı ve böylece hem Ermenilerden hem de Müslümanlardan insanların hayatını kaybettiği bilinmektedir. Gerek bazı Avrupalı konsoloslar gerekse gazetecilerin buralardaki olaylar hakkında verdikleri bilgilerin kasıtlı ve abartılı olduğu, yapılan akademik çalışmalarda ortaya çıkarılmıştır. Yine Hamidiye Alayları ise, bölgedeki Ermenileri baskı altında tutmak veya bunları katletmek için değil, aksine daha genel bir sosyolojik, askerî ve stratejik amaçlar doğrultusunda kurulmuştur. Fakat bunlar daha sonra kontrol dışına çıkarak Ermeniler dahil bölge halkına karşı çeşitli zulümler yaptıkları da bir vakıadır. Hamidiye Alayları'nın bölgedeki kontrol dışı hareketleri ve zulümleri, bunların Ermenileri yok etmek için kurulmuş özel askerî birlikler olduklarını göstermez.

Sadece birkaç noktasına kısaca temas edilen II. Abdülhamid dönemi Ermeni Hadiseleri, Osmanlı merkezî idaresinin kasıtlı-planlı bir siyaseti veya zulmü neticesinde kesinlikle patlak vermemiştir. Aksine bunlar, Ermeni komitacılarının genel bir Ermeni isyanı çıkarmak ve Avrupalı devletlerin dikkatlerini çekmek suretiyle bunların doğrudan müdahil olmalarını sağlamak ve nihayetinde kendi millî devletlerine ulaşmak amacıyla yaptıkları terör olaylarıyla başlamıştır. Ermeni komitacıların, bağımsızlık yolunda suistimal etkileri ve gündeme getirdikleri problemler ve sıkıntılar aslında sadece Ermenilerle ilgili değildi. O günlerde devletin içinde bulunduğu malum sosyo-iktisadî ve siyasî problemler Müslim ve gayrimüslim, kısaca bütün Osmanlı vatandaşlarının hayatlarını aynı derecede olumsuz olarak etkilemiştir. Kaldı ki, bu tarihlerde gayrimüslimlerin sosyo-iktisadî durumlarının Müslimlere göre çok daha iyi olduğu net bir şekilde bilinmektedir. Sonuçları itibarıyla içe kapanan ve çözülmekte olan bir devletin yaşamış olduğu ve genele hâkim olan kronik sıkıntılardan bahsediyoruz. Dönemin hükümdârı II. Abdülhamid ise, bunun farkında olduğu için devletin durumunu mümkün olduğu kadarıyla düzeltmeye çalışmış; başta eğitim olmak üzere, askerî, tarım, ulaşım ve kültür gibi alanlarda modernleşme faaliyetlerini yapmaya gayret etmiştir.

Sultan II. Abdülhamid bunları yapmaya çalışırken, buna karşın Ermeni komitacıları ise, tam tersine devletin bu zayıf durumundan istifade etmek; hatta devleti daha da zayıflatarak tıpkı Moralı Greklerin, Sırpların, Bulgarların ve Rumenlerin yaptıkları gibi Osmanlı'dan ayrılarak kendi millî devletlerini kurmayı arzu etmekteydiler. Nitekim bunu gerçekleştirmek için harekete geçmişler; mücadele etmişler ve pek çok terör eylemleri gerçekleştirmişlerdir. Osmanlı siyasî otoritesi ise, bunların nihaî amacının ne olduğunu fark ettiği için, bunlara karşı tedbirler almaya ve engel olmaya çalışmıştır.

Şayet tam tersine Ermeni komitaları istedikleri sonucu elde etselerdi, bugün bunların hiçbirisi konuşulmayacak; çok daha farklı bir tarih kurgusundan ve farklı bir coğrafyadan bahsedilir olacaktı. O zaman kim ne ile yüzleşir; kim kimden özür dilerdi, bilemiyoruz.

ABDÜLHAMİD'İN TARİHÎ MİRASINA HAKSIZLIK ETMEK

Kısaca bir kez daha belirtmek gerekirse, Sultan II. Abdülhamid böylesine bir ayrışmanın ve çatışmanın müsebbibi veya mimarı hiçbir zaman olmamıştır. Tam tersine bunların mimarı, öncelikle Ermeni komitaları ve kendi siyasî menfaatleri için bunları kullanmak isteyen ve destek veren Avrupalı belli diplomatik çevrelerdir. II. Abdülhamid, hükümdârı olduğu devleti ve milleti korumanın sorumluluğunun bilincinde meşru bir otorite olarak, bunlara karşı durmaya ve engel olmaya gayret etmiştir. Yapmak istediği tek şey vardı: Ayakları altında kayıp gitmekte olan halıya sahip çıkmak; bunu çekmeye çalışanlara engel olmaktı. Aksini iddia etmek, Sultan II. Abdülhamid'e ve onun tarihî mirasına haksızlık etmek olduğunu, düşünüyoruz.

II. Abdülhamid'in saltanat yıllarında veya genel olarak Osmanlı Devleti'nin çözülme döneminde karşımıza çıkan Ermeni Meselesi'ne bu boyutundan bakıldığında, Ümit Kardaş'ın kurgusundan çok farklı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, Kardaş'ın makalesinde bahsettiği hadiseler, belli bir etnik veya dinî grubun ortadan kaldırılmasına matuf planlı ve programlı bir siyasetin sonucu olarak patlak vermemiştir. Aksine meşrû bir devleti hedef alan terör/isyan hareketlerine karşı o devletin kendini korumasıyla ortaya çıkmış olan gelişmelerdir. Ayrıca bunlarda sadece Ermeniler değil, aynı şekilde Müslüman ahaliden çok sayıda insan da hayatını kayıp etmiştir.

Geçmişte cereyan eden bu tür ayrışmaların ve bu süreçte yaşananların ve belli bir kurgudan hareketle sadece bir tarafın kayıplarının ısrarla gündeme getirilmesinin, tarihî bir hakikatin ortaya çıkmasına; bu şekilde geçmişle yüzleşmeye vesile olacağını düşünmüyoruz. Aksine çok daha yeni farklı bölünmelere ve daha ağır çatışmalara neden olacaktır.

Doç. Dr. Necmettin Alkan