3 Mayıs 2009 Pazar

Haçlı Savaşları



HAÇLI SAVAŞLARI


Yazar
Seyit GÖLCÜK


Cuma, 28
Nisan 2006



Din olgusu, tarihin her aşamasında bütünleştirici
bir rol oynamamış ve zaman zaman şiddetli çatışmalara
da neden olmuştur. Dinin birleştirici gücü
yanında, tahrip edici gücü de tarihin yönünü
şekillendiren öğeler arasında yer almaktadır.
Haçlı savaşları, tarihte dini motifli savaş
türlerinin en çarpıcısı olmuştur.
Haçlı Seferleri 11-13. yüzyıl arasında,
Avrupalı Katolik Hıristiyanların, Papanın da
etkisini kullanarak, Hıristiyanlarca kutsal sayılan ve
Müslümanların (Büyük Selçuklu
İmparatorluğu) elindeki Kudüs ve çevresini
(Kutsal Toprakları) almak amacıyla düzenledikleri
fetih hareketleridir.



. Haçlı Seferleri ve harplere bu ismin verilmesi ise,
doğuya yürüyen Hıristiyanların elbiselerine
haç diktirmelerinden kaynaklanmıştır. Bu savaş
Temmuz 1096’da Haçlı ordusunun Bizans topraklarına
gelmesiyle başlamış ve 1291’da tüm
Haçlıların Memluk sultanı Kalavun tarafından
bozguna uğratılmasıyla son bulmuştur. Haçlılar
1099 ile 1188 yılları arasında Kutsal Kent Kudüs’ü
ellerinde bulundurmuşlardır. Tarihi içeriğinden
çok dini içeriğinin üzerinde durulması
gereken Haçlı seferleri, Ortaçağ Avrupa’sında
Kudüs’ün, yani Hz. İsa’nın öldüğü
ve tekrar dirileceğine inanılan kutsal toprağın
geri alınma çabalarının bir hikâyesidir.
Bu nedenle yaklaşık 2 yüzyıl boyunca süren
Haçlı Savaşları, hem Hıristiyanlardan, hem
de Müslümanlardan yüz binlerce insanın hayatını
acı bir şekilde kaybetmesiyle sona erer. Haçlı
Seferleri toplam 8 akından oluşur ve sekizinci seferin
salgınlar sebebiyle başarısız olması
sonucunda bölgede giderek zayıflamış olan Haçlı
hâkimiyeti son bulur.



10. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan Kluni
Tarikatı’nın Hıristiyanları Müslümanlara
karşı kışkırtması, din adamlarının
etkisi ile Hıristiyanlarda oluşan koyu fanatizm ve Papa ve
din adamlarının nüfuzlarını arttırmak
istemeleri, Haçlı Seferlerinin dini nedenlerini
oluşturmaktadır.[1]


O
dönemde Filistin ve çevresinin Selçuklu
Hâkimiyetinde bulunması, ayrıca kendilerine tehdit
oluşturacak derecede güçlenen Selçuklu
İmparatorluğu’na karşı Bizans’ın
Roma’dan yardım istemesi, doğal olarak Türklerle
Hıristiyanları karşı karşıya
getirmiştir. Selçuklu hükümdarları,
Ortadoğu’da en sadık ve yetenekli köleleri(memluk)
sorumluluk gerektiren görevlere getirme âdetini
edinmişlerdir. Ordu komutanları, kent valileri genelde
(memluk)köledirler. Frenk istilası sona ermeden önce,
tüm İslami doğu Memluklular tarafından yönetilir
hale gelecektir.[2] Böylece Haçlılar bölgeye
vardığında askeri güç olarak karşılarında
ağırlıklı olarak Arapları değil
Türkleri bulmuşlardır.



Haçlı seferleri sırasındaki toplumsal yapıyı
anlamak, bizi kuşkusuz daha sağlıklı analizlere
götürecektir. Bu nedenle bu seferleri 4 yönden
incelemekte fayda vardır.



a) Hıristiyanlar yönünden:



XI. yüzyıl Avrupa’sında, Hıristiyanlar
açısından Kudüs’ün alınmasının
nedenlerinden biri, 11. yüzyılda Avrupa’nın iç
çatışma ve savaşlarla kaynıyor oluşudur.
Bu durum hem sivil hem de kilise otoritelerini tebaalarının
enerjilerini harcayacakları yeni bir kanal bulmaya zorlamıştır.
Kutsal toprakları putperestlerin yani Müslümanların
ellerinden kurtarmak amacını taşıyan Haçlı
seferleri Avrupa’da dini ve siyasi otoritelere böyle bir
imkân sağlamıştır.



Kilise dini araçları öne sürerek Türkleri
ve Müslümanları kâfir ilan etmiş, bütün
Hıristiyanları birleşmeye haçlı
ordularıyla Türkleri Avrupa’dan, Anadolu’dan,
Orta Asya’ya sürmeye, bu yoldan cihada davet ve teşvik
etmiştir.[3] Haçlı seferlerinin önemli bir
hedefi daha olmuştur: o da 1054 yılında meydana gelen
ayrılıktan sonra kiliseyi tekrar birleştirmek. Papa
II. Urban 27 Kasım 1095’de Clermont konsilinde büyük
bir dinleyici kitlesinin önünde ateşli bir konuşma
yapmıştır. Papa burada Haçlı seferinin İsa
adına yapılması gerektiğini vurgulayarak “
bu aşağılık ırkı topraklarımızdan
kovarak imha etmek ve orada yaşayan Hıristiyan halka yardım
etmek ” gerektiğini, bunun da İsa’nın
isteği olduğunu ekleyerek konuşmasına dini bir
boyut kazandırmıştır. Artık savaşçıların
“Tanrı bunu istiyor” çığlıklarıyla
Müslüman şehirlerine akınları bu çerçeveden
de değerlendirilmelidir. Daha sonra kutsal papa, bu kutsal
savaşa katılan herkesin günahlarının
affedildiğini ilan etmiştir. Şüphesiz papanın
bu günahları affetmesi savaşa katılan kişileri
kendi misyonlarını yerine getirmek için çok
radikal tutumlara girmelerine neden olmuştur.[4]



Ne var ki Urban’ın doğudaki Hıristiyanların
imdadına koşulması için yaptığı
çağrıya gerekçe oluşturacak herhangi bir
olay Selçuklu diyarında (Ortadoğu ve Filistin de bu
alana dahil) olmamıştır. Batılı ilim
kaynakları ile Doğulu ilim kaynakları bu noktada
birleşmektedir. Üstelik kiliselere bağlı yazarlar
Müslüman hükümdarlara karşı hiçbir
düşmanlık ifade etmemiş, ayrıca Selçukluları
Bizanslılara üstün tutmuşlardır.[5] Bu da
bize, Haçlıların Kudüs’e girerlerken
dönem Avrupa’sının mesiyanik(eskatolojik)
figürlerinden oldukça etkilendiklerini göstermektedir.
Egemenlik alanının dini motiflerle desteklendiği bu
seferlerle, yöneticiler dini anlamda halkı motive etmiş
ve fakirlik, ticaret yollarına egemen olma arzusu, Batılı
feodal beylerin Doğu topraklarıyla zenginliklerini arttırma
isteği, Ortadoğu’da derebeylik sistemi kurmak
istemeleri, Katolik Kilisesi olarak Ortodoks dünyayı
egemenlik altına alma çabaları, Türkleri bu
bölgeden uzaklaştırma gibi nedenleri, dini bir gayeye
büründürmüşlerdir. Buradan hareketle dinin
kitleleri harekete geçirebilme güdüsünün
ne kadar kuvvetli olduğu anlaşılmaktadır. Zira
tarihin her döneminde bu güç kullanılacak,
siyasi otoritenin imdadına yetişebilecektir. İleride
ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz dini motifli
terör de, temelde bu siyasi otoritelerin örtülü
gayeleri için kullanılan bir araç olagelmektedir.



b) Sünnilik yönünden:


XI.
yüzyıla gelindiğinde, İslam topraklarında
dini dinamizm ilk zamanlara nazaran hızını yavaşlatmış
ve bu bölgelere göçler nedeniyle gelen Türkler
askeri alanlarda hâkimiyetlerini kuvvetlendirmişlerdir.
Bunun sonucu gerek Araplarla Araplar arasında, gerekse de
Araplar ile Türkler arasında iktidar mücadeleleri dini
tabanlı değil, fakat dini görünümlü
olmuştur. Özellikle aynı hanedanın farklı
mensupları bu bölgedeki topraklar için çatışmışlar
ve zaman zaman da bu amaç doğrultusunda dini arkalarına
almışlardır. Örneğin Suriye’de siyasal
yaşam o dönemde 2 kardeşin savaşı haline
gelmiştir. Halep hükümdarı Rıdvan ile Şam
hükümdarı Dukak. Birbirlerine öyle kin
duymuşlardır ki ikisine birden yönelik bir tehdit bile
(Haçlı tehdidi)uzlaşmayı düşünmelerine
yol açmamıştır.[6] Yine aynı şekilde


Abbasi
başkenti Bağdat, 1099’da Kılıçarslan’ın
kuzenlerinden sultan Berkyaruk’un elindedir. Fakat uygulamada
imparatorluğun her bölgesi bağımsızdır
ve hüküm süren aile üyeleri tamamen hanedan
kavgaları içinde yuvarlanmışlardır.
Berkyaruk 1099 Eylülünde İran’ın kuzeyinde
öz kardeşi Muhammed’e karşı sefere çıkmış
durumdadır. Bu savaş kardeşinin lehine dönüşmüştür
ve Bağdat ekim ayında Muhammed’in eline geçecektir.
Ama durum bununla sonuçlanmamış hatta biraz da
gülünç hale gelmiştir zira sonraki 30 ay içinde
Bağdat bu 2 kardeş arasında daha 8 defa el
değiştirecektir. Her 100 güne ayrı bir efendi
düşmektedir. Tüm bunlar, batılıların
ekmeklerine şüphesiz yağ sürmektedir.[7]



Sürekli birbirlerinin koltuklarına göz diktikleri
varsayımlarıyla pek çok kere kardeşlerden biri
Haçlılarla bu sebeple askeri ve siyasi anlaşmalar
yapmışlardır. Bunu yaparlarken de bu kardeşler
birbirlerini Şii, Haşhaşi diye nitelendirmiş ve
halkı sapkın olan bu iki mezhebe karşı cihada
davet etmişlerdir. Siyasal bölünmüşlük,
bölgede giderek dini bölünmüşlüğü
de arttırmış, Haşhaşilerin özellikle
Şii liderlerle (Fatımiler, Büveyhoğulları)yakın
temaslara geçmeleri Sünni yönetimlerin halkları
arkalarına almalarına destek olmuştur. Fakat tekrar
belirtmek gerekir ki bu dönemde din Ortadoğu insanlarını
Haçlılara karşı savaşabilecek derecede
birleşmeye sevk edememiş, Haçlıların
bölgeye gelmesi, Sünni Şii sorununu ortadan
kaldıramamıştır. Böylece Sünniler, bir
bakıma Haçlıların bölgede fethettikleri
yerlerde oluşan otorite boşluklarından faydalanma
yoluna gitmişler ve Kürt lider Selahaddin Eyyubi’nin
Sünni ve Şiileri Haçlılara karşı bir
araya getirmesine kadar ki 2 asırlık dönemde bu genel
itibariyle böylece devam etmiştir.



Şunu da belirtmek gerekir ki bir Sünni açısından
Haçlı seferlerinin en üzücü 2 noktası
Maara olayı ve Kudüs’ün fethi olmuştur.
Maara olayı, 11 Aralık 1098’de, Antakya’dan 3
günlük yürüyüş mesafesinde olan Maara
kentinin, Antakya’nın yeni Haçlı efendisi
Bohemond ile kent temsilcilerinin görüşmesinden sonra,
Maaralıların direniş göstermemelerine karşılık
canlarına dokunulmayacağı ahdini Bohemond’dan
alarak kenti teslim etmeleriyle başlar. Haçlılar
şafakla gelir, fakat anlaşmanın aksine tam bir kıyım
olur. 3 gün boyunca insanları kıyımdan
geçirirler, binlerce kişiyi öldürürler,
puta taparları –Müslümanlara böyle hitap
etmişlerdir- kazanlarda kaynatır ve çocukları
şişe geçirip kızartarak yerler. Maara
çarpışmasına bizzat katılmış
Frenk kronikçisi Albert d’Aix, akademik alanda bunu
itiraf eden tarihçilerdendir. Maara olayı, Araplar ile
Batılılar arasında yüzlerce yıl boyunca
kapanmayacak bir uçurumun açılmasına katkıda
bulunacaktır.[8] Kudüs’ün fethi sırasında
ise Mescid-i Aksa’da 60 bin insan öldürülür.
Arap vakanüvisler (tarih yazarları) Yahudileri dahi diri
olarak yakıldığından, Evliya anıtlarının,
Hz. Ömer camii ve Hz. İbrahim’in mezarının
tahrip edildiğinden bahsetmektedirler.[9]



Bu olaylar yüzyıllar geçtikçe Haçlılara
ve Batı’ya karşı hissiyatta daha çok
yerini alacaktır. Böylece, İslam’ın doğuşu
ve yayılması döneminde Semavi dinler arası
sağlanan barış ve refah ortamı, Haçlıların
giriştikleri bu kıyım ve Müslüman eti yeme
noktasında son bulacaktır. Bu noktadan günümüze
kadar gelen semavi dinler ve mezheple arası çatışmalarda
Haçlı savaşları ve döneminde filizlenen
husumet tohumları manidardır.



c) Şiilik Yönünden:





1096
yılına gelindiğinde Ortadoğu’da 2 büyük
Şii hanedanlığı vardır. Bunlardan biri
Mısır’daki Fatımiler, diğeri ise İran’da
yapılanan Büveyhioğulları’dır. XI.
Yüzyılda, Bağdat’ta Abbasi halifeliğini
talep eden Sünnilerle, Kahire’deki Fatımi
halifeliğine bağlı olan Şiiler arasında bir
bölünme hüküm sürmektedir. 7. yüzyılda
ortaya çıkan bu bölünme, Müslümanları
sürekli yıpratmıştır. Selahaddin gibi Sünni
devlet adamları için bile, Şiilerle mücadele,
en azından Haçlılarla olan savaş kadar önemli
olacaktır. Hatta Haçlı istilasına bunların
içlerinde Sünni dünyasını zayıflatması
bakımından sevinenler dahi o dönemde olmuştur.
Örneğin İznik düştüğünde,
Mısır veziri el-Efdal Bizans imparatoru Aleksios’u
hararetle kutlamıştır. Çünkü Selçuklu
ilerlemesi, yüzyılın ortalarından itibaren Bizans
İmparatorluğununkilerle birlikte Fatımi halifeliğinin
topraklarını da kemirmeye başlamıştır.
Mısırlılar 1 yy.dan beri kendilerine ait olan Mısır
ve Kudüs’ü kaybetmişlerdir. Bu durumda Aleksios
ile el-Efdal arasında sağlam bir dostluk kurulmuştur.[10]
Sünnilerin yanında bu dönem Şii yapılanması
da dinin genel olarak halkları bir arada tutmada kullanılmıştır.
Bu mezhepler için öncelikler ağırlıklı
olarak şahsi ve hanedanlılarına dayalı menfaatler
olmuştur. Bu sonuç, o dönemden itibaren bu
topraklarda yönetime karşı isyanların oluşmasına
zemin hazırlamış, Haçlılar ile ittifak
eden yöneticilerin Şii ulema tarafından
eleştirilmesine ve zayıflatılmasına neden
olmuştur. Bundan itibaren Şii ulemanın, dini sadece
siyasi çıkarları için gözeten
yöneticilere karşı güçlenmesi ve halkı
arkalarına almaları tarihte sürekli rastlana gelen bir
hal alacaktır. 1979 İran Devrimi yaklaşık 10
yüzyıllık bu geleneğin hiç bozulmadan
günümüze kadar geldiğinin somut bir örneğidir.
Bunun yanında Şii hareketlenmeleri, radikal dini ulemaların
halkın üzerindeki gücünü kullanarak dini
motifli terör olgusunu da ortaya çıkardığı
söylenebilir. Zira ileride değinileceği gibi,
günümüzde İran dâhil Ortadoğu’nun
muhtelif yerlerinde cihad için intihar saldırılarına
cevaz veren pek çok dini lider mevcuttur.


Haşhaşilik
yönünden:



Haşhaşiler, terörizm konusunda da bahsettiğimiz
gibi, 11. yüzyılda Hasan Sabbah’ın (1090–1124)
kuruculuğunu ve önderliğini yapmış olduğu
bir dini motifli terör örgütüdür. Bu örgüt
Assassin’ler (Haşaşiler) olarak bilinmektedir ve
11–13. Yüzyıllar arasında Selçuklu
hâkimiyetine karşı terörizmle karşı
koymuşlardır. İslam’ın İsmailiye
mezhebine bağlı kimseleri örgüt içinde
toplayan Sabah, intihar komandoları olarak nitelendirilebilecek
olan fedailerini[11] uyuşturucu madde kullanarak kendisine
bağlamış ve önde gelen düşmanlarını
bu yolla öldürtmüştür. Bu örgüt,
böylece “kurtarılmış bölgeler”
“vur-kaç” taktiğini terörizm
literatürüne kazandırmıştır.



Haşhaşı nefsi arzuları için bir vasıta
olarak kullanan bu örgütün en temel amacı, Şii
yöneticileri de yanlarına çekerek Sünni
mezhebini ortadan kaldırmak olmuştur. Bu nedenle gücünün
büyük bölümünü Sünniliği
benimseyen Selçuklu Devletine karşı harcamıştır.
Her ne kadar Şii yanlısı görünseler de, bu
dini motifli terör örgütü, kendisine muhalif pek
çok Şii lideri de suikastlarına maruz bırakmaktan
geri durmamıştır. Zira On iki İmam çizgisindeki
Şiiler de bu gruplar için ‘gulat’ yani
‘aşırı’ tanımını
kullanarak, onları kendilerinden soyutlamaya çalışmışlardır.[12]



Hasan Sabbah On iki imam mezhebine bağlı bir Şii kenti
olan Kum'da dünyaya gelmiştir. Matematik, felsefe, dilbilim
konusunda kendini yetiştirmiş olan, dönemin Selçuklu
hükümdarı Melikşah’ın sarayında
danışmanlık yapan Ömer Hayyam’ın da
dostluğunu kazandığı rivayet edilen Sabbah’ın,
on yedi yaşına kadar on iki imamcı atalarının
inancına bağlı kalarak bilgiler edinmeye çalıştığı
ve mehdilik hareketini benimsediği söylenmektedir. Haşhaşın
mezhep taraftarları tarafından kullanıldığı
İsmaili ya da ciddi sünni yazar tarafından tam olarak
doğrulanmasa da, Sabbah’ın fedailerini dini motifli
terör eylemlerinde haşhaş ile motive ettiği
belirtilmelidir. Hatta Hasan Sabbah’ın afyon vererek
fedailerine; Allah'ın ona cennetin anahtarlarını
verdiğini ve istediği zaman istediği kişiyi
gönderebileceğini söylemesi, durumdan çok
etkilenen fedailerin Hasan'a iman edip her istenileni yerine
getirmeleri, bunun üzerine Hasanın da onlardan tekrar
cennete gitmek istiyorlarsa belirli bir düşmanı
öldürmesini istemesi ve bu işi başardıkları
takdirde cennetin kapıları onlara sonsuza kadar açılacağını
söylemesi, bu tarikatın Haşhaş ve Cennet’i
(yani dini) bir amaç için kullandığını
göstermektedir.[13]



Sapkın bir örgüt olarak bilinen Haşhaşiler,
sulh zamanında bölgede fitne çıkarmış,
Sünnilere karşı Moğollar ve Haçlılar
ile ittifak yapmış, savaş zamanında ise
Müslümanlar aleyhine casusluk yapmışlardır.[14]
Bu tarikatın kurulmasından 2 yıl sonra, 1092’de
işlenilen ilk cinayet tek başına bir destandır.
Selçuklular güçlerinin zirvelerinde oldukları
bir zamanda, Türk savaşçılar tarafından
fethedilen toprakları 30 yıl içinde gerçek
bir devlet halinde örgütleyen alim, Sünni iktidarının
yeniden doğmasının ve Şiaya karşı
mücadelesinin mimarı Nizamülmülk, 14 Ekim
1092’de, tarikat mensubu biri tarafından bıçaklanarak
öldürülmüştür. Bundan sonra Selçuklu
imparatorluğu bir daha hiç bütünleşemeyecektir.[15]



Bunun yanında, Haşhaşiler, Mısır, Suriye,
Irak ve Filistin civarlarında da Sünni liderleri tehdit
eden bir unsur olarak varlıklarını devam
ettirmişlerdir. Fatımilerden istedikleri desteği
alamayınca Mısır’dan ayrılmışlar,
kendileri için (bölgedeki istikrarsızlık ve
karışıklıklar nedeniyle)daha güvenli bir yer
olan Suriye’ye geçmişlerdir. Burada ilk iş
olarak Halep emiri Rıdvan’ı etkilemeyi başarmışlar
ve böylece tarikat müritleri kentlerde dolaşmaya,
doktrinler vazetmeye, hücreler oluşturmaya başlamışlardır.
Bu haşhaşiyun müritlerine Batıniler denilmiştir.
Özellikle İranlı propagandacı Behram adlı
üye, Halep’in Şii lideri İbn el Haşab’ın
tüm çabalarına rağmen özenli ve gizli bir
örgütlenme ve sızma faaliyetine girişmeye karar
vermiştir. Bu sayede Hasan Sabbah’ın Alamut
sığınağında 1124’te ölmesine
rağmen, bu tarikat faaliyetlerinde büyük bir artış
göstermiştir. Bu tarikatın terör eylemlerine
maruz kalan liderler arasında Nizamül Mülk’ün
yanında Selçuklu Hükümdarı Melikşah,
İbn el Haşab(1125), Bağdat kadılar kadısı
Ebu Saad el Haravi, Musul’a vali olarak atanan Türk beyi
Aksungur el Porsukî(1126) ve ölümünden sonra
yerine geçen oğlu, Mısırın sultanı
Muhammed tarafından tüm Müslüman hükümdarları
bir araya getirmeye memur edilen ordu komutanı Mevdud (1113),
Şam Emiri Dukak’ın yerine geçen yeğeni
Börü (1131) sayılabilir. Bunun yanında Kudüs’ü
Haçlılardan alan Selahaddin Eyyubi de 2 defa Haşhaşilerin
intihar eylemine maruz kalmış(1775–1776), fakat
üzerinde taşıdığı zırhı
sayesinde her iki olayda da hafif yaralı olarak kurtulmuştur.
Bu olayda Şam ve Halep’in emiri es-Salih, Selahaddin’i
kendisine karşı bir tehdit olarak gördüğünden
önce Haçlılara ve daha sonra da Hasan Sabbah’ın
halefi Suriye’de bulunan “Dağdaki İhtiyar”
Reşideddin Sinan ile ittifak yapmış ve onunla
Selahaddin’e yapılacak suikast üzerinde
uzlaşmıştır.[16]



Bilinmelidir ki, Haşhaşiler tarikatı siyasi çıkarlar
için dini üyelerine sunabilen ve esrarı da
mensuplarının düşünmelerine fırsat
vermemesi için kullanan sapkın bir tarikattır. Hatta
söylenebilir ki, Selahaddin’in valiliğini yaptığı
dönemde Fatımilerin Şii mezhebini terk etmeleri ve
camilerinde Abbasi halifesi adına hutbe okutmaları,
Fatımilerin güçleneceği anı ümit
ededuran tarikatı o kadar hayal kırıklığına
uğratmıştır ki, Reşideddin Sinan, Haçlı
kralına bir mesaj göndererek, bütün yandaşlarıyla
birlikte Hıristiyan olmaya hazır olduğunu
bildirmiştir. Fakat artık Fatımilerin kullanılması
söz konusu olamayacağından, o zaman radikal bir
Hıristiyan tarikatı olan Templierler tarafından
1173’te Haşhaşiyuna pusu kurulur ve hepsi
katledilir.[17] Bu tarikat, kurulu düzeni devirememiş;
önemli bir şehri bile ele geçirememiştir.
Hâkimiyet bölgeleri, daha sonra zapta maruz kalmış
küçük emirliklerden başka bir şey
olmamıştır.[18]



İnandığı değerleri kolayca terk edebilecek
bir zümrenin uyguladığı terörü din için
yaptığını söylemek oldukça zordur.
Zira bir din hem Yahudi, hem İslam hem de Hıristiyanlık
dinleriyle aynı anda çıkarları doğrultusunda
bir savaşıp bir ittifak kuramaz. Dinlerin ve mezheplerin
belli ideolojileri vardır ve bu doğrultuda yapısal
çerçevelerini oluştururlar. Fakat günümüzde
de sık sık rastlayabileceğimiz nitelikteki bu
örgütler, denilebilir ki dini sadece siyasi çıkarlarını
mensuplarına kabul ettirebilmek için, bir bakıma
meşrulaştırma aracı olarak kullana gelmişlerdir.



Günümüzde Haçlı Seferleri söylemleri
ve bunun dini motifli terörizme etkileri:


Bugün
Hıristiyanlık-İslam ilişkilerini belirleyen ve
yön veren hususun Kudüs’ün Müslümanlar
tarafından fethi -veya tam tersi- olduğuna inanların
sayısı oldukça fazladır. Çünkü
Kudüs sadece dini değil, aynı zamanda tarihi ve siyasi
gücün de bir sembolü olagelmiştir.[19] Ve bugün
dini motifli husumetlere bakıldığında,
Hıristiyanlık ve İslam’ın en çok bu
seferler nedeniyle karşı karşıya geldiği
görülmektedir. Yüzyıllardır süregelen
bu hoşnutsuzluk, günümüzde pek çok siyasi
ve akademik çevrede atıf maksatlı kullanılmaktadır.
Bu gün İslam dinini maske olarak kullanan teröristlerin
ve onlara karşılık veren zümrelerin ifadelerinde
Haçlı savaşı intikamı söylemlerini
duymak hiç de zor değildir. Aradan 6 yüzyıl
geçmesine rağmen bu olaylar zihinlerde canlı
tutulmakta ve yaşanan olayların arka planı olarak
değerlendirilmektedir. Örneğin, şu an Amerika’nın
uyguladığı küresel terörizm politikasını
“Haçlı Seferleri” olarak görenler ve
Başkan Bush’un, “Bu Haçlı Seferi,
terörizme karşı savaş biraz zaman alacak,”
dediğini iddia edenler de mevcuttur.[20] Bu örneğe bir
başka ilave de I. Dünya Savaşı esnasında
general Allenby’ın Kudüs’ü fethini, Avrupa
güçlerinin 8 ve son Haçlı seferi olarak
görmesi verilebilir. Allenby: “bu gün Haçlı
Seferleri sona ermiştir,” demiştir. Yine benzer
şekilde Fransız generali Gouraud, Fransız mandasına
karşı gelen Suriye’li isyancıları
bastırdığında(1919–1920) Şam’daki
Selahaddin Eyyubi türbesine gidip türbeyi ayağıyla
teptikten sonra, “Ey Selahaddin, biz döndük”
diye çığlık atmıştır.[21] Bu
söylenenler doğru olmasa da, Müslüman Hıristiyan
ilişkilerinde Haçlı seferlerinin iyi! bir argüman
olduğu açıktır. Bu gün Hıristiyanlar
Müslümanları dini motifli terörle suçlarken
aynı şekilde bazı Müslümanlar da
Hıristiyanlara Haçlı Savaşlarını
hatırlatmaktadır. O dönem Kiliselerin Arapları
kâfir ilan edip cihad etmenin gereklerinden bahsettiği
gibi[22] bu gün de bazı dini motifli terör örgütleri
aynı şekilde Hıristiyanları kâfir ilan
etmekte ve bu terörü cihad ile sevimli gösterme
gayretine girmektedirler. Üstelik bu karalama kampanyaları
sadece Müslüman Hıristiyan ilişkilerini değil,
aynı zamanda Müslüman- Müslüman ilişkilerini
de yıpratmaktadır. Örneğin Şiiler,
Vahhabiler ve Sünniler birbirlerini Haçlı seferleri
sırasında Batılılarla ittifak yapmak ve bu
nedenle sapkın olmakla suçlamaktadır. Örneğin
El Kaide’nin ideologu ve Suudi Arabistan sorumlusu Yusuf
el-Ayyeri, Haziran 2003’te “Bağdat’ın
Düşmesinden Sonra Irak ve Arap Yarımadası’nın
Geleceği” isimli bir kitap yazmış ve burada
Şiilerin ‘Haçlılar ve Siyonistlerle işbirliği
yaptığını’, onların ‘beşinci
kol’ faaliyetlerini yürüttüğünü
iddia etmiş ve Şiilerin ‘sapkın’
olduklarını belirtmiştir. Tabii yazar 3 ay sonra Suudi
güvenlik birimlerince öldürülmüştür.[23]
Sonuç olarak siyasi emellere hizmet etmiş bir tarih, 6
yüzyıl sonrasında dini alana yayılabilmiş ve
varlığını hala koruyabilmiştir.


Tüm
bu belirtilenlerin yanında dini motifli terörün
kavramsal çerçevelerine geçmeden dinler arası
diyalog sürecinin incelenmesinde fayda olacağı
düşünülmüştür. Zira dini çatışmacı
alanın tohumu olarak kullananların yanında, ciddi
manada medeniyetler ittifakının gerçekleşmesi
için kullanmak isteyenler de olmuş ve bu amaçla
semavi dinlerden belli din adamları bu konuyu incelemişlerdir.


--------------------------------------------------------------------------------


[1] Haçlı
Seferleri;
Http://Tr.Wikipedia.Org/Wiki/Ha%C3%A7l%C4%B1_Sava%C5%9flar%C4%B1


[2] Amin
Maalouf Arapların Gözüyle Haçlı
Seferleri Çeviren: M. A. Kılıçbay , Telos
Yayıncılık, İstanbul 1997, s. 50-51


[3] Dr.
Agâh Oktay Güner;
http://www.kultur.gov.tr/TR/BelgeGoster.asp


[4]Ayoub,
“Routs of Muslim-Christian Conflict,” S.30 Aktaran:
Dinler Arası Diyalog, Mustafa Köylü, İnsan
Yayınları, İstanbul 2001, s. 90


[5]Dr.
Agâh Oktay Güner;
http://www.kultur.gov.tr/TR/BelgeGoster.asp


[6] Amin
Maalouf; Arapların Gözüyle Haçlı
Seferleri, Çeviren: M. Kılıçbay, Telos
Yayıncılık, İstanbul 1997, s. 44


[7] Amin
Maalouf; a.g.e. s. 80-85


[8] Amin
Maalouf; a.g.e, s. 60-65


[9] Amin
Maalouf; a.g.e. s. 75


[10] Amin
Maalouf; a.g.e. S. 65-70



[11]Necati Alkan; “11 Eylül Terör Saldırılarından
İstanbul Terör Saldırılarına Küresel
Terörizm”


[12]
Erhan Başyurt; “Şii Ekseni Canlanıyor”,
Sayı: 533, 21.02.2005 Aksiyon,


http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=19754


[13]
Haşhaşiler;
http://www.angelfire.com/mi2/dostsicagi/konu.html Güncelleme
tarihi: 05.10.1999


[14]
Muhammed Ebu Zehra, İslam’da Fıkhî Mezhepler
Tarihi, Ayyıldız Matbaası A.Ş. Ankara, 1969, s.
170


[15]
Muhammed Ebu Zehra, a.g.e. s. 139


[16] Amin
Maalouf; a.g.e. S. 237-239


[17] Amin
Maalouf; a.g.e. S. 224-226


[18]
Haşhaşiler;
http://www.angelfire.com/mi2/dostsicagi/konu.html Güncelleme
tarihi: 05.10.1999


[19]
Ayoub, “Routs of Muslim-christian Conflict,” S.29-30;
aktaran: Mahmud M. Eyub: Tarihi Açıdan
Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, Dinler Arası
Diyalog, İnsan Yayınları, İstanbul 2001, s. 89


[20] Dr.
Agâh Oktay Güner;
http://www.kultur.gov.tr/TR/BelgeGoster.asp


[21]
Ayoub, “Routs of Muslim-christian Conflict,” S.29-30;
aktaran: Mahmud M. Eyub: Tarihi Açıdan
Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, Dinler Arası
Diyalog, İnsan Yayınları, İstanbul 2001, s. 92


[22]
Rahmi Koç; http://Www.İnfoland.Gen.Tr/Vatikan_Ve_Patrik.Htm


[23]
Erhan Başyurt; “Şii Ekseni Canlanıyor”,
Aksiyon, Sayı: 533, 21.02.2005